estambul tours ve ortaçağ felsefeleri bugün ben ve estambul tours sizlere diyorki Tertullianus’un felsefe tarihi açısından ilgi çekici eserleri şunlardır; Dinin Savunusu (Apologeticum), Heretiklerin Hükümleri (De praescriptione haereticorum) ve Ruh Üzerine (De amma) adlı incelemesi. Kutsal Yazılan yorumlama hakkının yalnızca Hıristi-
yanlara aiı olması sorununu, filozof yönünden çok hukukçu yönüyle ele almışiır. Roma yasasına göre bir şeyi yeterli bir süre boyunca kullanan herkes kendim onun meşru sahibi olarak görebilirdi. Eğer birisi bu şeye sahip sayılan kişiye karşı çıkiıgı anda bu kişi zamanaşımı hakkını -longae praescriplionis possessio- kullanabilirdi. Bu kuralı Kutsal Metinlere de uygulayan Tertullianus, Gnostiklerin bu metinleri yorumlama iddialarını reddetmiştir. Başlangıçtan beri Hıristiyanlar tarafından kabul edilen ve yorumlanan bu metinlerin tüm haklan onlara aittir. Eğer Gnosiıkler bunları kullandıklarını iddia ederlerse zamanaşımı yoluyla bunlar bu haklan men edilebilirler. Tertullianus sorunu derhal gelenek alanına taşımıştır. Bu ağır argümanlar, gerçek incelikten çok kurallara bağlılık ve kurnazlıktan oluşan onun tarzının ayın edici nitelikleridir. Latin dilinde yazılmış Hıristiyan apolojetigi kendi Tatianus’unu yaratmakla işe başlamıştır.
Tertullianus Hıristiyanlığı sadece bir inanç biçiminde her bireyin gözetmek zorunda olduğu bir bütün olarak ele almıştır. Her Hıristiyan, herhangi bir seçim yapmadan ve onu yargılamadan bu inancı olduğu gibi kabul etmelidir. Bu yüzden Gnos-liklerin metafizik yorumlan, akla sahip çıkmalarına rağmen -hatta bu nedenden dolayı- kabul edilemez. Mesih’in sözüne iman ederek Hıristiyan olunur; başkasının sözüne değil. Aziz Pavlus’la birlikte tekrarlayalım: “İster biz ister gökten bir melek, size bildirdiğimize ters düşen bir müjde bildirirse, lanet olsun ona!" (Galatyalılara Mektup 1:8). Demek ki iman katı bir kuraldır (regula Jidei) ve tek başına yeterlidir.
Sorunu bu şekilde kesip alan Tertullianus, felsefeye karşı kökten muhalif bir tutum sergilemiştir. Gnostik tarikatların bu derece çoğalmasının kaynağı olarak felsefeyi göstermiştir ki, burada aslında ileri görüşlü bir tavır söz konusudur. Nasıl ki Peygamberler Hıristiyanların atalarıdır, aynı şekilde filozoflar da sapkın mezheplerin atalarıdır. Ne Platon ne de Sokrates bu kuralın dışında tutulmuştur. Zaten imanın felsefeye üstün geldiğini görmek için olaylara bakmak yeterlidir. Hıristiyanların en ümmi-si, imana sahip ise, Tann’yı bulmuştur, onun doğasından ve eserlerinden bahsedebilir bir haldedir ve bu konuda kendisine sorulan bütün sorulara cevap verebilir. Oysa Platon’un kendisi evrenin yaratıcısını keşfetmenin, hatta keşfedilse bile onu tanımanın ve tanıtmanın kolay olmadığını söyler. Bazı filozofların Hıristiyan inancına benzer öğretiler vaaz ettikleri doğrudur; fakat bu tamamen bir tesadüftür. Bu durum, fırtınaya maruz kalan ve bir limanın girişini rasgele bulan denizcilerin durumuna benzer; onlar şans eseri bunu başarmışlardır; ama taklit edilecek bir örnek değildirler.
Tertullianus’un felsefe karşıtlığı, akılcılık karşıtlığına dönüştüğünde en ünlü ifadelerine kavuşur. İsa’nın Kefaret ödeyerek insanlığı kurtarması dogmasının akılla
ORTAÇAĞDA FELSEFE
kavranılamayacağımn söylenmesinde: Aziz Pavlus, Yahudıler için yüz karası olan Haç gizeminin Yunan bilgeliği için delilik olduğunu söylemişti (1 Korintliler 1:18-25). Aym görüşü daha da katı hale getiren Tertullianus, kendini yankısı günümüze kadar gelen hitabetin etkisine bırakmıştır. “Tanrı’nm oğlu çarmıha gerildi, bundan utanmıyorum, çünkü utanmak gerekiyor. Ve Tanrı'nın oğlunun ölmüş olması, inanabileceğimiz bir şeydir, çünkü bu aptalca bir şeydir. Ve gömüldükten sonra dirileceği ise kesindir, çünkü bu imkânsızdır." De carne Christi [/sa’nm Bedeni] adlı eserinin V. bölümünde okuduğumuz bu cümleleri kasıtlı olarak kışkırtıcıdır. Yazarın Manto (De pallio) adlı retorik denemesini yazdığını hatırlarsak bu ifadeleri fazla irdeleme ihtiyacı duymayız. Bu ifadelerin çift anlamlı olduklarını kabul etmek gerekir. Prorsus credibile, quia inep-tum est veya certum quia inıpossibile est sadece şu anlama gelebilir: Buna inanmak gerek, çünkü iman anlaşılabilir olmayanı temel almaktadır ve bu yüzden de kesindir, çünkü iman akıldan daha güvenilirdir; aslında Tertullianus yeni bir şey söylememiştir. Fakat bunun tersine eğer iki kez kullandığı quia kelimesine düz anlamını yüklersek bu kez aynı ifade şu anlama gelir: Dogmanın anlamsızlığının bizzat kendisi imanın kabulünü gerektirir, tıpkı imkânsızlığının kesinliği gerektirdiği gibi. Tertullianus bunu düşünmüş olabilir mi? Aslında bunu yapamayacak birisi değildi. Eğer söylediği buysa, gelecek nesiller onun tutumunu Credo quia absürdüm (inanıyorum, çünkü saçma) ifadesiyle özetleyerek ona ihanet etmiş olmadılar. Bu kez son derece özgün bir düşünce söz konusudur, fakat bir hatibin bile doğruluk ölçülünü saçmalığa yüklemesine inanmak biraz zordur.
Teriullianus felsefeyi ne kadar sevmediyse, felsefe de ona aynı duyguyla karşılık verdi. Bu Hıristiyan nefret ettiği bu alana her ğirdiğinde yanlış bir yol izlemiştir, en azından Hıristiyan birisi olarak düşünmeye çalıştığını varsayarsak. Nefsin doğasını ele aldığında kendini bir materyalist gibi ifade etmiş ve bir stoacı gibi düşünmüştür. Ona göre nefs hava gibi ince ve uçucu, üç boyutlu bir cisimdir. Bütün bedeni kuşatmakta ve onun şeklini almaktadır. Zaten onun bir töz olduğunu söylemeye iten de budur; çünkü reel olan her şey maddidir: Nihil enim, si non corpus. Buradan yola çıkarak da bedeni etkilediğini, fiilinden zarar görebildiğini ve sindirdiği besinlerden yararlanabildiğim anlamaktayız. Buna nefsin besininin, gayri-maddi olan bilgelik olduğunu söyleyerek itiraz edilmekledir; Tertullianus buna şöyle cevap verir: Bu doğru ise birçok insan yakında açlıktan ölecektir.
Bu nefs telakkisini onaylayan Tertullianus, nefsin, Âdem’den beri, oluşum sırasında ebeveynlerden çocuklara geçerek çoğaldığını kabul eder. Nefs aslında. Aziz Pav-lus’un bahsettiği o içteki insandır ve
mek ki nefs de farklı unsurlardan oluşmakladır.estambul tours Kendine has organlara sahip olan nefs, kendi gözlerine, kulaklarına ve aynı zamanda kendi idrakine sahipıir. idrak de içsel bir düzenlemedir ve nefsin maddi lözûne has bir yapıya sahipıir. Madem kı nefs babanınkinden ayrılmış bir daldır, o zaman karakterlerin kalıtımını -ister iyilik isler kötülük yönünden olsun- açıklamak çok basittir. İşte ilk günah da bu şekilde Âdem’den beri babadan oğula geçmiştir ve aynı zamanda ilk insanın nefsi de çoğalarak yayılmıştır. Fakat insan Tanrı'nın suretine göre yaratılmıştır ve bu ilahi benzerlik de nesilden nesle akıanlmıştır. Demek ki bu ilahi benzerlik bizde mevcuttur ve bu yüzden de —bir anlamda- her insanın nefsinin doğal olarak Hıristiyan bir nefs olduğunu söyleyebiliriz; Anima naturaliter christiana. Bu ifade çok tutuldu, fakat daha iyi bir açıklamayı hak ediyordu. Ruh şahitliği (De testimonio animae) adlı incelemesinde Terlullianus bu testimonium animae naturaliter christianae’yi halk dilinin çözümlemesinde aramıştır; burada Tanrı’ya yapılan kendiliğinden çağrılar, her nefsin kaynağını, ölümsüzlüğünü ve en yüce gayelerini karmaşık bir şekilde bildiğini göstermekledir.
Madem ki var olan her şey bir cisme sahiptir ve Tanrı da varolduğuna göre Tanrı da bir cisimdir. Kuşkusuz bütün cisimlerin en latifi ve incesidir. Hatta cisimlerin en parlağıdır da; öylesine parlaktır ki bu parlaklığından dolayı onu gözlerimizle göremeyiz; fakat yine de bir cisimdir. Onu kendi içinde tasavvur etmemiz imkânsızdır, fakat onun bir olduğunu, doğal olarak akıl olduğunu ve aklın onda iyilikle bütünleştiğini bilmekteyiz. Yaratma anı geldiğinde Tanrı, kendinden bir tinsel töz yaratmıştır; bu, Kelam’dır. Işınlar güneş için ne ise bu töz de Tanrı için odur; bu anlamda nasıl ki güneşin ışınları ışıktır, bu töz de Tanrı’nın kendisidir. Tanrı’dan bir Tanrı’dır, hiç azalmadan Baha’dan saçılan. Işıklan bir Işıktır. Bununla beraber Kelam Baha’nın hepsi değildir; zaten kendisi de bunu Mesih’in ağzıyla “Baba benden üstündür” (Yuhanna XIV:28) diyerek itiraf etmiştir. Bu şekilde Kelam’ın varlığını doğruladıktan sonra Ter-tullianus, stoacılara, kendi Logos öğretilerinin Hıristiyan hakikatini doğruladığını çok rahatlıkla ispatlar. Tanrı evreni yoktan yaratmıştır; fakat Kelam onu yaratma şekillendirme ve yönetme sebebidir. Zaten stoacı Zenon ve Cleanthes de evrenin oluşturucu ve her yerine nüfuz eden bir akıl veya bilgelik olarak Logos’lan bahsettiklerinde bunu söylemiyorlar mıydı? Kutsal Ruh’a gelince, tıpkı meyvenin köküyle ve sapıyla veya tıpkı halicin nehirle ve kaynağıyla bir bütün olması gibi O da Tanrı’nın birliğini yok etmeden Baha’ya ve Kelam’a eklenmektedir. Yaratılış’tan esinlenen Kelam’ın Baba tarafından üretilmesi tam anlamıyla ezeli değildir; çünkü Baba, onsuz da vardı. Bununla beraber zaman içinde varolduğunu söyleyemeyiz; çünkü zaman yaratılışla birlikte başlamıştır. Demek ki bu, nasıl ifade etmemiz gerekliğini bilemediğimiz bir ilişkidir.
Gördüğümüz gibi Tertullianus’un öğretisi basil denecek kadar sadedir Fakat hi tabet yönünden güçlü olan bü yazar, dobra ifadeler kullanma yeteneğine sahipti ve birçoğu kullanılmaya devam elliği için Kilise’den ayrılmış olmasına rağmen etkisi sürdü. Tertullıanus’un oldukça göze çarpan hatalarının yanı sıra insanı kuşatan bir samimiyet ve bir iştiyak vardı; zaten birçok hatasının kaynağında da bu özellikleri yatmaklaydı. Nüanslar ona el altından uzlaşma yapmak gibi geliyordu. İşte bu yüzden bu saf iman ve koşulsuz itaat havarisi, sapkın bir mezhebin kurucusu olarak ölmüş ve bu materyalist her iki kiliseden de kendini soyutlamıştır; bu soyutlamasının nedeni ise bu kiliselerin bedenin ihtiyaçlarına fazla hoşgörülü davranmalarıydı. Düşüncesinin bu yönüyle Terlullianus ilginç bir şekilde Tatianus’a benzemektedir.
Büyüleyici Minucius Felix ise Jusiinus’u hatırlatmakta ve Cicero tarzındaki diyalogu da Octavius’u çağnştırmaktadır. Bilginler şimdiye kadar Minicius’un eserinin Tertullianus’unkinden önce mi sonra mı geldiğine karar verememişlerdir. Bu sorun önemlidir; çünkü iki eserden hangisi önce yazıldıysa o eser diğerine kaynaklık etmiştir. Her ne olursa olsun Minucius’un, birçok fikrini Tertullianus’tan aldığını varsaysak da zihniyet açısından tamamen farklı olduğunu kabul etmek durumundayız. Tertullianus’ta, herkesin doğru olduğuna inandığı inancı yaşama hakkının ateşli bir şekilde savomulduğu saptanıyordu; fakat bir pagan imparatorluğunda Hıristiyanların dinsel özgürlüklerini savunan bu kişinin, Hıristiyan bir devlette paganların dinsel özgürlüklerini aynı ateşlilikle savunacağı pek kesin görünmemekledir. Tertullianus, Hıristiyan olduktan sonra insanın niye pagan olup, öyle de kalabileceğini tamamen unutmuştu. Belki de gençliğinde iyi bir pagan olamamıştı. Occavius’u ilginç kılan nedenlerden biri, yazarının Hıristiyan olma yolundaki bir paganın kuşkularını çok doğru bir biçimde hissederek ortaya koymasıdır. Belki kendisi de bu kuşkuları hissetmişti; en azından bu açıdan 111. yüzyılın tüm apolojisileri arasında kimse onu taklit etmemiştir; yalnızca Minucius Felix sorunun iki yönünü ortaya koymuştur.
Cicero örneğine sadık kalan Minucius, Ostiada, pagan Cecilius Natalis ile Hıristiyan Octavius arasında vuku bulmuş, kendisinin de şahit olduğu hayali veya sanatsal olarak yeniden oluşturulmuş bir sohbeti aktarmaktadır. Cecilius’un Hıristiyanlığa karşı yönelttiği iki temel argüman, muhtemelen Cicero’nun ifade ettiği argümanlardı.estambul tours Her şeyden önce Hıristiyan inancının dogmatizminde, kültürlü bir pagan için rahatsız edici bir şey vardı. Tanniann Doğası Üzerine adlı diyalogunun sonunda Cicero, kapsamlı teolojik araştırmasını daha alçakgönüllü terimlerle sonuca bağlamıştı; “Bu sözlerden sonra şöyle ayrıldık; Velleius’a sanki Cotta’nın görüşleri daha gerçekçi gelmişti. bence Balbus’unkiler gerçeğe daha yakın gibiydi." Platon. Aristoteles, Zenon ve
Epikür’ün öğretilerine aşina zihniyetlerin tutumu bu olduğuna göre, en büyük filozofların bile çözülemez olarak gördükleri sorunları hamalların ve kölelerin dogmatik bir şekilde kestirip allıkları bir tarikat karşısında bu tür eğilimli insanların nasıl bir sabırsızlığa kapılacağı tasavvur edilebilir. Çünkü en cahil Hıristiyanlar bile Tann’mn varlığı, doğası, dünyanın yaratılışı, kader, nefsin niteliği, bedenlerin dirilişi ve ahiret hakkında cevaplara sahiplerdi. Bir akademisyen için bu insanlardan daha çekilmez bir şey olabilir miydi? Ve Romalılara göre akıllı ve lakvalı birisinin Roma’nın tarihine yön vermiş ve büyüklüğünü sağlamış tanrılara inanmakla yetinmesi gerekmiyor muydu? Böyle bir riski göze alacak kadar hiçbir şey kesin değildi; en iyisi atalardan gelen görüşlerle yetinmek ve geleneklere uymaktı. Octavius bu itirazlara saygılı bir kararlılıkla, hakikatin küçük bir zümrenin tekelinde kalması için hiçbir neden olmadığım, tam tersine bu hakikatin herkese ait olduğunu söyleyerek cevap vermiştir. Daha sonra Cecilius’un ele aldığı her noktaya değinerek âlemin düzeninin bir düzenleyici gerektirdiğini, yani Hıristiyanlarınki gibi tek ve inayet sahibi Tanrının zorunlu olduğunu göstermiştir. Roma tanrılarına gelince eğer bunlar mitolojinin anlattığı gi-biyseler, imparatorluğun yüceliğini kuşkusuz onlar sağlamamıştı. Bunun ardından Hıristiyanlara karşı yöneltilen suçlamaları açıklayan Octavius, bunların ibadetlerinin ne kadar saf olduğunu göstermiş; inandıkları şeylerin birçoğunun pagan şairler ve filozoflar tarafından önceden hissedildiğini ileri sürmüştür. Dünyanın sonu, ruhun ölümsüzlüğü, ölümden sonra iyilerin mükâfatlandıniması ve kötülerin cezalandırılması, bütün bunlar Eskilerin keşfetmeye çalıştıkları şeylerdir; oysa bu, Hıristiyanlara bir lütuf olarak sunulmuştur. Cecilius, ikna olacak kadar iyi niyetlidir ve böylece Oc-tavius’un dinine girmiştir: “Bunun üzerine neşeli ve mutlu bir şekilde ayrıldık, Cecilius inandığı Octavius da yendiği için mutluydu; bense birinin iman etmesine ve diğerinin de zaferine sevindim.”
Henüz Afrika’yı terk etmiyor ve Arnobius’u (260-327) ele alıyoruz. Bu ilginç kişi, doğduğu kent Sicca’da uzun zamandır retorik dersleri vermekteydi ve orada yerel bir şöhret edinmişti. 296 yılına doğru bu Mesih düşmanı, Hıristiyan olduğunu ilan etmiş ve vaftiz olmak istemiştir. Sicca başpiskoposu, bundan kuşku duymuş ve onu Hıristiyan dinine girmeye hazırlananların arasına almayı reddetmiştir. Fakat Arnobius başpiskoposu ikna etmek için girmek istediği dinin bir apolojisini yazmaya karar vermiştir. işte Adversus nationes’nın [Sapkınlara Karşı](veya Adversus gentes’in [Sapkınlara Karşıl) kaleme alınmasının Hıristiyan olmak isteyen bir insanın kaleme aldığı bir Hıristiyanlık apolojisinin nedeni buydu. Bu eseri önemli kılan da kültürlü, paganizmden usanmış ve henüz tam olarak içeriğini bilmediği yeni
Yeni dini hakkmdaki bilgisizliği çoğu kez belki de fazlasıyla sert bir biçimde başına kakılmıştır. Tabii Sapkınlara Karşının içerdiği olumlu verilere baktığımızda Arno-bius’un dogmatik birikiminin pek hafif olduğu düşünülebilir. Aslında öyledir de; fakat burada bir apolojistin Hıristiyan inancını sergilemek gibi bir amaç gütmediğini hatırlamak yeterli değildir; Arnobius’un aslında Sicca başpiskoposu karşısında kendi savunusunu yaptığını eklemeliyiz. Yeni Hıristiyan olan bu kişi samimi bir şekilde Hıristiyan inancına büründüğünü ve gerçekten de paganlığı bıraktığını ispat etmek istemektedir. Eserini okuduktan sonra kimse bundan kuşku duymaz. Yine de vaftiz olmak isteyen birisinden bir Kilise Babasının, hatta bilgili ve vaftiz olmuş bir Hıristiya-nın otoritesiyle konuşmasını beklemek yanlış olur.
Zaıen Arnobius hiçbir zaman leolog olmayacaktı ve ilgi çekici yanı da burasıdır. Hıristiyanlığa yeni girmiş olan bu retorik hocası, paganizmden tamamen kurtulmuş kültürlü bir zihnin yeni dinin önce hangi yönlerini aldığını veya daha doğrusu bu dinin hangi yönlenyle onu cezbettiğini anlamamıza yardımcı olmaktadır. Bu yönler basilli; Nihiî SU171US aliud Chıistani nişi magistro Christo summi regis ac prindpis venerato-res, der Arnobius. Ona göre Mesih, insanlara Tanrı’mn doğası ve ona yapılması gereken ibadetler hakkmdaki hakikati açıklamaya gelmiş bir üstattı. Egemen bir Tanrı (Dcum principem), varolan her şeyin Rabb’i (rerum cunctarum quaecumque sunt domi-num), tapmamız, saygıyla ve yücelterek anmamız gereken bir Tanrı, varlığımızın tüm gücüyle kucaklamamız ve sevmemiz gereken bir Tanrı; işte Arnobius için yeni anladığı ve kötü olduğunun söylenmesine şaşırdığı bu yeni din, bunlardan ibaretti. Ona göre Hıristiyanlık her şeyden önce Mesih tarafından tektanrıcılığın ilanıydı, insanlara bir ve tek Tanrının varlığını öğretmek, aynı zamanda varolan her şeyin -gök cisimleri, dünyanın unsurları, canlı varlıklar, insan ruhları- nedenini ve açıklamasını sunmaktı. Hatta bu ruhların doğasını ve ölümden sonraki hallerini açıklamaktı.
Bu vahiyde Arnobius’u etkileyen ilk şey, insan için son derece önemli bir alçakgönüllülük dersi olmasıydı. Sapkınlara Karşı'da şüphecilik izlerine veya daha doğrusu yeni-akademizm izlerine rastlanılmıştır. estambul tours Bu eğilim Arnobius’un kişisel tecrübesiyle açıklanmaktadır. Pagan teolojilerinin saçmalığı konusunda bitmek tükenmek bilmeyen eleştirilerde bulunan Arnobius, bu saçmalıkları gözden geçirirken bir zamanlar bunların gerçekliğine inandığını unutamazdı. Sıvı yağla parlatılan tahta parçalarının ve taşların önünde imanla secde eden, Arnobius’tu: Adulabar, adjabar el beneficia pos-cebam nihıl sentiente de trunco-, oysa Mesih’in hakikati ışıltılı sadeliği içinde kendisini ona sunmuştu. Kim ona Tanrı adını vermekten çekinebilirdi ki? Ve insanın, kendi
apialhğım hatırlayınca gülmemesi mümkün müdür? Bizim kibrimiz açısından kesin bir tecrübedir bu. Tanrının insanlara en yüce iyiliği onları sahte dinden gerçek dine yüceltmiş olmasıdır ve bunu yapış tarzı bizim kim olduğumuzu ortaya koymaktadır: Animantia monstravit informia nos esse, varnis opinionibus Jidere, nihil comprehensum habere, nihil scire et quae nostros sila sunt ante oculos non videre. Arnobius’un bu insanı -gözünün önünde olanı göremeyen şekilsiz hayvan- aralarında Montaigne, Charron, Pascal ve başkalarının bulundukları gerçek anlamda Hıristiyan bir ailenin ilkidir. Belki şüpheciydi; fakat bu şüpheciliği, aklın imanı yargılama gücünün ilanından çok bilmek konusundaki kendi acziyetini görmesiydi, insanın büyüklüğünün hak olarak iddiasından çok hiçliğiydi. Burada söz konusu olan bir epistemoloji değil, bir ahlakçının gözlemleridir.
Arnobius, bu tür apolojilerin temel temalarını ele almıştır. Bu temaların ilki, insan zihninin kaçamadığı ve aynı zamanda cevabının bulunamadığı sorunların sıralan-dırılmasıdır. Sapkınlara Korşı’nın 11. babında bunların uzun bir listesini bulmaktayız. Genelde bu tema ikinci bir temaya giriş sağlar; bu tema da bütün delillendirmelerin ana çatısını oluşturur. Madem ki bu sorunlar hakkında hiçbir şey bilmemekteyiz ve çeşitli şeylere inanıyoruz, iman etmekte olağanüstü veya gülünç ne olabilir ki? Zaten insanların hayan sonsuzca tekrarlanan sayısız iman anlarını temel almakta değil mi? İnsanların tüm faaliyetleri bazı olayların kesin olarak gerçekleşeceğine inanmalarına bağlıdır. Oysa mantık bunu ispatlama yeteneğine sahip değildir. Yolcu evine döneceğine inanır; tarımcı tohumlarının büyüceğine inanarak onları eker; hasta kendisini iyileştireceğine inandığı için hekime başvurur; her şeyin su olduğunu düşünen filozof, Thales’in haklı olduğuna inanır; başkaları ise Platon, Aristoteles, Khrysippos, Ze-non ve Epikûr’ün dediklerine inanırlar; hatta hiçbir şey bilmediğimize inananlar en azından bu konuda Arcesilas ve Karnead’a inanırlar. O zaman neden Hıristiyanlar Mesih’e inanmasınlar? Vos Platom, vos Cronio, vos Numenio ve! cui libuerit creditis: nos credimus et adquiesdmus Christo. Argümanın ebedi gücü ve zaafı: Bir şeylere inananların yalnızca Hıristiyanlar olmadığını göstermektedir. Daha sonra Montaigne’in yapacağı gibi birçok beşeri inancın Hıristiyanlarınkinden daha az olağanüstü olmadığını ispatlamaktadır. Fakat Arnobius’un sergilediği bütün delillendirmeler bununla sınırlıdır; bunun kötü tarafı da bu ispatın kolaylıkla tersine çevrilebilmesidir.